1 Temmuz 2024 Pazartesi

Exhaust Flow Calculator 0.1

This small script uses RPM, MAP, volumetric efficiency, intake air temperature, and engine displacement to estimate the exhaust flow rate. It is very useful for interpreting turbo compressor maps. The script is completely free of charge and all rights are reserved by me. Please enjoy it!

For now it is only avaliable on windows platform. 

All the feedback you provide is important for improving the script. 

For any question or feedback: gokerkandil@gmail.com

Download link: https://drive.google.com/drive/folders/1g-Ll9UOZ8Z3klG8Q6gpD3ZLZz1F8nNM8?usp=drive_link

1 Kasım 2019 Cuma

Niva


Bazılarınızın bildiği gibi tarım işine giriyorum ve bu yüzden bir traktör ve bir arazi aracına ihtiyacım hasıl oldu. Bu iki aracı da alabilmem içinse 2016 model Seat Ibiza mı satıp bir arazi aracı aldım. Bu yazı o arazi aracına ithaf edilmiştir: Lada Niva.
Aslında uzaktan bakıp tipini sevdiğimiz ama bayağı bulduğumuz bir araçtı Niva. Kalitesiz ve pespaye. Verimsiz, hiçbir güvenlik donanımı olmayan ve evet 2019 yılında camını bir kolu çevirerek açabildiğiniz. O güzel kolu hatırladınız değil mi? Elbette bunlarla da kalmıyor. Ilk bindiğinizde her şey biraz yamuk geliyor gözünüze. Mesela direksiyon kolonu sürücü koltuğuna göre sağda kalıyor. Sürücü koltuğu demişken o da yamuk. Kapılar tam olarak yerine oturmuyor. Normalde kazalı bir araç olduğunu düşünürdünüz ama olmadığını da biliyorsunuz. Sıfırları hala ülkemizde satılıyor ve gidip baktım dışardan arabalar komple yamuk duruyor ama sürücü koltuğa oturduğunda araç düzeliyor. Mühendisler 70 kg lık bir sürücüye göre tasarlamışlar. Niva’nın karakteri de biraz böyle saçmalık düzeyinde mantıklı. Saatte 80 km hızı geçtiğinizde size bağırıp çağrıyor ve azarlıyor. Frene sert bastığınızda araba kullanmayı nerde öğrendin diyor (çünkü ABS yok); çukura girdiğinizde direksiyon ayrı, konsol ayrı, araba ayrı sallanıyor ama senin hatan değil yollar çok kötü diye de ekliyor.
Her şey bu kadar kötüyse neden bu yazıyı yazıyorum? Çünkü, teknik olarak her şey bu kadar kötüyken bahsetmeye, anlatmaya değer başka şeyler var Niva’da. En başta çocukken bindiğiniz arabalarda Şahin’de Doğan’da Broadway’de Toros’da ya da Mercedes’de o arabalara özgü bir koku vardı, üstelik her bindiğinizde aynı kokuyu alırdınız. Niva’ya biner binmez o koku karşılıyor sizi. Evvelden insanların, evlerin de kokuları olurdu. Babanenizin evini hatırladınız mı? Amacım geçmişe dönük bir altın yıllar söylemi yaratmak değil ancak anılarımızı bize hatırlatan ve evrim sürecimizde bize hayati yetiler kazandıran şeylerdir kokular. O yüzden anı ve koku ya da tat arasında kopmaz bir bağ oluşur. 2007 model bir Niva da işte o kokunun olması sizi şaşırtıyor. Sonra tamponun gerçekten bir anlamı olduğunu görüyorsunuz. Park ederken ezilecek kırılacak ve saçma rakamlara tamiri olacak bir şey değil gerçekten “bump-er” ve biraz da sırıtarak şimdi onlar düşünsün diyorsunuz. Aynalardan arka tekerinizin kaldırımla mesafesefisini görebildiğiniz için geri görüş kamerasına ve arabanın arkası dümdüz olduğu için park sensörüne ihityacınız olmuyor. Kaldırımlara konulan ve kapıyı açıp çıkmak istediğinizde kapıdan pek hoş olmayan sesler çıkartan taşlar dert olmuyor çünkü onlardan yüksektesiniz. Park etmesi kolay ve sanılanın aksine hidrolik direksiyon olan modellerde direksiyon yumuşak.
Arkaya oturan insanlar için öndeki yolcunun kalkıp kibarlık yapması gerekiyor ve eğer arkaya çok sık inip biniyorsanız pılates topunuza veda edebilirsiniz. Bagajı açmak için de öncesinde biraz açma germe yapmanız gerekiyor. Radyo kanalını değiştirmek isterseniz bunu 2. ve 4. viteslerde yapabiliyorsunuz çünkü radyo bölmesi vitese çok yakın. Sol aynayı camı açıp elinizle kolayca ayarlıyorsunuz ama sağ ayna için bel kaslarınızın iyi olması gerekiyor. Mazda Mx5 lerde olan vitesteki sallantılar Niva’da da var. Her şey kaslarınızı çalıştırarak, sizi; aylık spor salonu üyeliğinden kurtarmak için tasarlanmış.
Niva’da yeni arabalarda olmayan önemli bir şey var o da karakter. Off Road kabiliyetlerini, arazi vitesi ve differansiyel kilidini saymasanız bile Niva sizi mutlu eden ve kendisi de mutlu olan bir araba. Hep sizinle iletişim halinde hep size söyleyecek bi şeyleri var. Hayır, Dünya biraz bile değişmedi ve Rusların, Almanlara ve Japonlara araba yapmak konusunda bi şeyler öğretebileceğine inanmıyorum ama araba tasarımcılarının, mühendislerin karaktere daha çok kafa yorması gerekiyor. Çünkü Niva’ya baktıkça bakasınız; kullandıkça kullanasanız geliyor ve bunu hiçbir teknik detayla açıklayamıyorsunuz. Kullanırken paranoyak olmanıza gerek yok arabanıza bir şey olabilecekmiş gibi hissetmiyorsunuz. Arkadaşlarınız sizdense onunla selfie çekmek konusunda daha istekli oluyor ve insanda dağlara gitme konusunda karşı konulamaz bir istek uyandırıyor.

18 Aralık 2012 Salı

Atlatmak ve Atlatamamak




Hayatım boyunca bir şeyleri çabucak atlatan, yaşamına kaldığı yerden devam edebilen biri olamadım. Devam edemediğim yerde, başıma daha fena şeyler geleceğini fark ettiğim zaman; devam ettim o kadar. Ve günler geçip gitti... O kadar geçip gitti ki hatta; kimi sesleri, kimi gülüşleri unuttum sandım. Geride bıraktığımı zannettim. Öylesine zannettim ki dışarıdan bakan biri, duygusuzluğumdan bahis açar ve bundan tiksinebilirdi.

Ama sanırım büyük bir tortu kalıyor. Arkanızdan esen rüzgarda kocaman bir toz yığını gibi, biran kafanızı çevirseniz ya da azıcık baksanız bile; değdiğiniz bütün yaşamlardan bir parça, gözlerinize, kulaklarınıza, burnunuza doluyor. Hatta hiç çevirmeseniz kafanızı, Tepebaşı'nda arabanızı park ettiğiniz yeri ararken, sokaktan geçen bir kadının parfümü ya da ne bileyim işte, öyle basit bir şeyde; yaşadığınız zamandan, mekandan bambaşka bir yere götürüyor sizi bir şeyler.

Sevdadan bahsetmek istiyorum. Kamyon arkası yazıları gibi oturaklı, kesin.. ya da şöyle demek istiyorum mesela, “aşkın bilimsel olarak hormonel olduğu bilinmekte..” ama iki türlüsü de yanılgı olur bana kalırsa. Doğrusu nedir, sevda nasıldır, neye benzer bunların hiçbiri bende yok. Doğru kadın var mı? Bunu da bilmiyorum. Ya da bir kadınla mutlu bir yaşam olası mıdır? Ya da başkaca bir sürü soru.. Sevda üzerine onca düşünmeme, beni geçelim edebiyatın ürettiklerine rağmen bi şeyler söylemeye bile kalksanız; söyleyeceğiniz şeyler sonunda, hep bir soru kalacaktır. (Kanımca bu çoğu zaman güzel bi şeydir.)

Belki de sorulardır bizi rahatsız eden şeyler. Biraz rahatsızlık herkes için iyi olsa da; cevaplanamayacak bir soru ızdırap vericidir. Geleceğe yöneltilmiş sorularda, özne ya da nesne karmakarışıkdır. Kimlerle tanışacağını, hangi durumlarda ne karara varacağını bilmez insan. Yine de bir umut vardır cevaplar için. Ama geçmişde sorular kesin ve çetrefillidir; bazen cevabı yoktur hatta. Hele de sevda varsa işin içinde, hele de bir çeşit yaşanmamışlıksa, hiç denenmemiş bir şeyse bu. “Ya O'ysa” diye geçirir insan içinden. 40'ında ya da 50'sinde, evliyken ya da bekarken, mutluyken ya da mutsuzken. Ya O'ysa.. Yine de Turgut Uyar'ın şu dizesini hatırlıyorum hemen “her insan bir uyumsuzluktur, ölü olmadıkça.” Hatırlıyorum, hatırlamasına da; sorular kalıyor. Hep de kalacak belki.. “Bazı şeyleri atlatamamak, her şeyi atlamaktan iyidir” diyorum; biraz da gülümseyerek.

1 Aralık 2012 Cumartesi

Evrim, Bilgelik, Doğaya Dönmek ve Merak Üzerine Ortaya Karışık




Nasıl olduğunu merak ediyorum. Her şey nasıl başladı? Belki de hep böyleydi. Gerçeği aramanın, gerçeğin kendisinden daha değerli olmadığını kim iddia edebilir? Bu soruya
maalesef verecek bir yanıtım var: ÇOĞUNLUK.

Bu soruya bu yanıtı verirken, dahil olmaktan çekindiğim o kadar çok azınlık (belki de büyük resimde çoğunluk) var ki.. Hayata depresyon hırkalarıyla bakan ve kendisini özel zanneden ya da içinde yaşadığı kültürden habersiz, söz gelimi şarap ve fülarla kendini tarifleyen ya da... Bu liste uzar gider. Bense oldukça sade biriyim. Denebilir ki çoğunluğa dahilim. Velhasıl entellektüel (iki "l"'yle yazmaktan hoşlanıyorum) insan, ben senden değilim.

Bu kısa ve belki de gereksiz (yazılanlarda bir gereklilik aranmamaktadır) açıklamadan sonra devam edelim. Ateşi bulan, onu isimlendiren, böylelikle doğadan enerji elde etmeye başlayan, doğanın en zeki, en yırtıcı, birçok doğal felaketten sağ kurtulmayı başarmış, nesillerce üremiş ve üredikçe doğayı daha iyi kullanmış, avını kilometrelerce takip edebilme, yiyemediği kadar büyük avları kurutup saklama, depolama, eğitim, barınma, göç, doğadan korunmak için silah, yeni nesillere bilgiyi aktarmak için yazı,sayılar, hesaplama, matematik, savaş, daha çok savaş, sosyal ve ekonomik sınıflandırma, fuhuş, televizyon, bilgisayar, asansör, daha çok fuhuş, cep telefonu, görüntülü cep telefonu, navigasyonlu cep telefonu, atlayan top oyunlu cep telefonu, çöp, yağ, göbek, selülit, daha çok yemek, daha çok selülit, hamburger, silah, silah, çikolatalı sufle, pankek, altın
günü, düğünde sıkılan tabanca ve tükendiğim için değil sıkıldığım için yazamayacağım binlercesi.

Biran için insan olduğumu unutmak istiyorum. Belgesellerdeki o karizmatik ses tonuyla bana bir canlı anlatılıyor. Hani o, hayran hayran; aslanların av taktiklerini, balinaların sosyal yaşamını izlediğimiz belgesellerden birinde, benden başka bir canlı; tarih öncesindeki, yerleşik yaşam öncesindeki insan anlatılıyor.

Ses:

"İnsan, doğadaki en iyi avcı. Gruplar halinde avlanıyor ve gruplar halinde yaşıyorlar. Yaşlı üyeler, artık ava çıkamayacak durumda. Ancak bu canlıların inanılmaz iş bölümü onları eğitmen haline getirmiş. İşte bakın bir insan yavrusu taşları nasıl keskinleştireceğini öğreniyor. Az ötede ise genç erkekler ilk avlarına çıkacak."

Yine insan olduğumu unutuyorum. Ve belgesel bu kez 21.yy'da ki insan yaşamını anlatıyor.

Ses:

"İnsan, bugün doğaya karşı verdiği savaşı kazandı. Ama kazanırken doğanın içine etti. Şimdi ise kendi yaşamı tehdit altında. Bakın Ahmet, Ahmet doğadaki en tembel hayvan olabilir sadece coca cola, cips ve nutellayla besleniyor. Günde 12 saat plastik ve önünde cam olan aletten hareketli görüntüler izleyebilir. 9 gün evden çıkmayabilir. Ve aralıksız 56 saat bilgisayar'da oyun oynayabilir. Derken yaşadığı bölgede hemcinsleri birbirlerini bıçaklıyor. Ahmet doğruluyor zor adımlarla cama yönelip açık camı kapatıyor. Evet bu canlılar doğanın en meraksız hayvanları. Ahmet 1.74 boyunda ve 92 kilo. Halinden memnun gibi gözüküyor.

Osman. Toplumun bu bireyi 23 yaşında. Genelde insan ırkı 14 yaşında eşeyli üremeye hazır hale gelmesine rağmen, Osman evlilik dedikleri bir töreni bekliyor. Bu canlı kendisini doğuran dişi izin vermediği taktirde, herhangi bir eylemi gerçekleştirememekte. Ayrıca Osman kendi ırkından olanlarla iletişim kurmakta zorlanıyor. Günde 800 soruya kadar test dedikleri şeylerden çözebiliyor. Ortalama bir integral sorusunu yarım dakikada yanıtlayabilen bu canlı, diğer çözdüğü sorulara benzemeyen bir soruyla karşılaştığında
nevrotik sayılabilecek davranışlar gösteriyor. Bunun yanında yorumlama yeteneği, bir maymunla kıyaslandığında hiç de fena değil.  
İlerki yaşlarında büyük bir işletmede CEO adı verilen bir mevkiye gelmek en büyük hayali. CEO'ların ne iş yaptığı ise bilim dünyası için halen bir sır. Osman gülümsüyor. Hayatı seviyor olmalı. Boş zamanlarında komik videolar izliyor. Ayrıca büyük ilgi toplayan başka bir insanın yaptığı; müziğe çok benzer şeye bayılıyor. Justin Bieber'ın Love for Everyone şarkısı. Bu şarkıyı diğer insanlar da çok seviyor. Öyle ki onun klipleri dünya nüfusunun 10'da 1'i gibi bir oranla izleniyor. Bilim adamlarının çözemediği bir sır daha. Bu canlılar gerçekten çok aptal olmalı."

2009 yılında, 32.kez ÖSS'ye hazırlandığım dönem, boş vakitlerim belgesel izleyerek geçti. Belki de kafayı kırmam bu belgeseller yüzündendir, bilemiyorum. Bir gece Orka'ları anlatan bir belgeselden o kadar etkilendim ki. Belgesel bittiğinde, hani bir meslek dalı olsa, Ankara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Orkalık Bölümü'ne  birincilikle falan girecektim. Orkalarda beni etkileyen şeyin ne olduğu merakımı cezbetti. Basit yaratıklar olmadıklarını öğrenmiştim. Karmaşık sosyal ilişki ağı, karmaşık iş bölümü, genç nesilleri
eğitme, olağanüstü av yetenekleri, bireyler arası iletişim, hiyerarşik olmayan bir klan yapısı. Zekanın bütün belirtileri bu canlılarda vardı. Birlikte avlanıyor ve avlarını paylaşıyorlardı. Sonra Freud'un şu sözü geldi aklıma, "Bireyin özgürlüğü uygarlığın getirisi değildir. Uygarlık yokken özgürlük çok daha fazlaydı." Orka olmak istemem benim için çok normaldi. Doğama, yalnız olmadığım, özgür olduğum bir yere dönme ihtiyacından daha doğal ne olabilirdi ki?

Sadelik ama asla basitlik değil. Bunu ilk duyduğum yer Edip Cansever'in yazılarından derlenen "Şiiri Şiirle Ölçmek" kitabıydı. Kendisi şiirde aradığı en temel özellik olarak bunu söylemişti. Daha sonra Einstein'ın bir öğüdünde "Her şeyi olabildiğince sade yapın, ama basit değil" sözüyle karşılaştım. Nedense bu söz, bana hep doğayı çağrıştırdı. Doğa gerçekten eşsiz bir sadeliğe sahip, ama basit olduğu söylenemez. Krishnamuri'nin sanat üzerine söylediklerinde günümüz insanının kaybettiği tutkuyu sanat eserlerinde aradığı
müzelere sergilere bu yüzden akın ettiği ve insanın bir nevi doğasını bulmaya çalıştığını söylediğini hatırlıyorum. Demek ki bu bana özgü değil. Demek ki insanların birçoğu farkında ya da bilinçsiz olarak doğasını arıyor. Buna ulaşmaya çalışıyor.

Hayır, hiçbir şey önermiyorum. Yalnızca doğama, o şekilde bir yaşam biçimine dönmek istiyor ve bunu belirtiyorum. Bunu yaparken, meraksız insana hiçbir tahammül göstermiyorum. Gerçekten bu meraksızlıktan, sabit fikriyattan ve insanların sürekli kalıplarla konuşmasından o kadar nefret ediyorum ki, insanları kalıplaştırmaktan hiç çekinmiyorum. "Başka bir toplumsal düzende" gibi, bir cümle de kurmayacağım. Sadece bu meraksızlığın varacağı boyutları merak ediyorum. Nasıl ve neden sorularını sıkça soran insanların, gizli saklı bir yerlerde olduklarını biliyorum. Diğerlerine ise "gerçekler" yetecek. Tek amacı ölmek olunan bir eylemde, bunca karmaşayı neden yaşadığımızın makul hiçbir açıklaması yok ve çok saçma. Ne kadar saçma olduğuna bir örnek verelim: günde 2 saati İstanbul trafiğinde geçen bir homo-sapiens'in 50 yıl boyunca buna katlandığı düşünülürse yaklaşık 4,2 yılı trafikte bekleyerek geçiyor. Homo'nun gerçekten sapiens olmadığını düşünüyorum.    

24 Kasım 2012 Cumartesi

İlk Yayın


Evet düşündüm. Uygarlık tarihinde küçücük bir parça olan bireyi ve onun ne kadar bilgili, ne kadar birikimli de olsa kendini, benliğini nasıl önemsediğini ciddi ciddi düşündüm. Her insan gibi olmak ama yine de özel hissetmek. İlişkilerinde bunu hissetmek istemek. Büyük bir gurur, muhteşem bir ego.
Aynalarda ve annelerin dilinde, büyüdükçe büyüyen bireyin yirmili yaşlarındaki hayal kırıklığı. Evet, bunu anlatarak başlamak istiyorum. Başlamak istiyorum ve nedeni anlatacak çok şeyim olması değil. Nedenlerle ilgilenmek istiyorum ama kendimle ilgili olanlarını şimdilik erteleyeceğim. Herkesin büyük bir rock yıldızı, tarihe adı kazınacak bir devrimci ya da büyük bir şair olamayacağını anladığı bir dönem vardır. Bu dönemde küçülen, yalnızlaşan birey kısa zamanda bu gerçekle yaşamayı öğrenir. İlk ve en kolay yol sonsuz bir uyuşukluk hali, bir yoksaymadır. Kimi zaman kalabalık olunan yerler, küçük topluluklar, arkadaş grupları bu yoksaymanın bir aracı olur. Kimi zamansa, kitle iletişim araçları, bilgisayar oyunları vs.. Ancak günümüz insanının uyuşma hali bu noktadan sonra daha genel bir forma evrilir. Ve öğrenilen mutluluk çoğu zaman iki soruya indirgenir. Nasıl bir iş, nasıl bir eş?
Büyük bir başarı hırsıyla yetişen birey ilk başarısızlığını 20li yaşlarında topçu ya da popçu olamayarak yaşamıştır. Ve artık o sıradan ve başarılı olacaktır. Evet başarı sınırları konulmuş bir şeydir. Başarı herhangi bir dalda en üst sınırı belli bir alandır. Bir tepeye çkma kaygısıdır. Ve tepenin en üst noktası sihirli bir mutlulukla kaplıdır. Bu sınırlarda okunan okullar bitmeli, işe girilmeli, çocuk yapılmalı; tabi önce muhakkak evlenilmeli, eğer kadınsan konuyla ilgili, evlenmeden önce yapılan bütün girişimler sonsuz bir çabayla engellenmelidir. İşte bu noktada topçu ya da popçu olamayan birey, en azından kendini birileri için özel kılmak ister. Bu belki de ölümünden sonra hatırlanma isteğinin bir ürünü, bir nevi ölümsüzlük arzusudur. Çünkü bitmek-tükenmiş olmak ve o tükenişteki yalnızlık muhtemelen hiçbir yalnızlıkla kıyaslanamaz.
Kendini sonsuz yalnızlığından arındırmak, oyalanmak ve çokça unutmak. Yoğun iş temposu, gündelik sorunlar ve emeklilik. Ne gariptir ki insan biraz boş kaldığında yeniden sorgulama dönemi başlar. İkinci büyük buhran.
Yaşamın gelip geçmekte olan bir şey olması ve ölüm bilinci. Bir canlı düşünün ki öleceğini, yok olacağını bile bile, yaşamaya ve sıradan yaşamaya devam ediyor. Kimilerimiz cennete gideceğine, kimilerimiz başka bir yaşam formunda doğacağımıza inanıyoruz ama ya doğmazsak. Ya varolduğunu sandığımız ve orada çok daha mutlu yaşayacağımıza inandığımız bir cennet, bir tanrı yoksa. Yaptıklarımıza, yaşadığımız acılara, yalnızlığımıza tanıklık eden ve bizi sonsuzca anlayan biri yoksa. Bence insanların birçoğu kendine bu soruyu sormuştur. Ve yine insanların birçoğu bu ihtimali hesaba katarak yaşar. Yalnız ölmemek için evlenir, çocuk yapar. Yaşamda bir iz bırakabilmek, kendinden bir parçayı ölümünden sonrasına devredebilmek için.
Ve böylece insan artık birileri için özel, önemli olmuştur. Birileri için güzel, anlamlı olmuştur. Birileri onu anlayabilir. Birileri onu sevebilir.
Tüm bunları yazarken böyle olmadığımı söylemem çok saçma olur. Çünkü bu yazı da anlaşılma ihtiyacının bir ürünü. Kendinden bir iz bırakma, bir çeşit paylaşım. Kaldı ki paylaşmak insanoğlunun en doğal ihtiyaçlarından biri. Tüm yazılanlar bir eleştiriden çok bir açıklamadır. Bu blog ben bunları başaramadığım için vardır. Doğrusunu söylemek gerekirse nereye gideceği, nelerden bahsedebileceği konusunda en ufak bir fikrim yok. Belki de dengesizliğim yüzünden bu ilk ve son yazı olacak. Neyse çok uzun lafın, baya bir kısası merhaba.