24 Kasım 2012 Cumartesi

İlk Yayın


Evet düşündüm. Uygarlık tarihinde küçücük bir parça olan bireyi ve onun ne kadar bilgili, ne kadar birikimli de olsa kendini, benliğini nasıl önemsediğini ciddi ciddi düşündüm. Her insan gibi olmak ama yine de özel hissetmek. İlişkilerinde bunu hissetmek istemek. Büyük bir gurur, muhteşem bir ego.
Aynalarda ve annelerin dilinde, büyüdükçe büyüyen bireyin yirmili yaşlarındaki hayal kırıklığı. Evet, bunu anlatarak başlamak istiyorum. Başlamak istiyorum ve nedeni anlatacak çok şeyim olması değil. Nedenlerle ilgilenmek istiyorum ama kendimle ilgili olanlarını şimdilik erteleyeceğim. Herkesin büyük bir rock yıldızı, tarihe adı kazınacak bir devrimci ya da büyük bir şair olamayacağını anladığı bir dönem vardır. Bu dönemde küçülen, yalnızlaşan birey kısa zamanda bu gerçekle yaşamayı öğrenir. İlk ve en kolay yol sonsuz bir uyuşukluk hali, bir yoksaymadır. Kimi zaman kalabalık olunan yerler, küçük topluluklar, arkadaş grupları bu yoksaymanın bir aracı olur. Kimi zamansa, kitle iletişim araçları, bilgisayar oyunları vs.. Ancak günümüz insanının uyuşma hali bu noktadan sonra daha genel bir forma evrilir. Ve öğrenilen mutluluk çoğu zaman iki soruya indirgenir. Nasıl bir iş, nasıl bir eş?
Büyük bir başarı hırsıyla yetişen birey ilk başarısızlığını 20li yaşlarında topçu ya da popçu olamayarak yaşamıştır. Ve artık o sıradan ve başarılı olacaktır. Evet başarı sınırları konulmuş bir şeydir. Başarı herhangi bir dalda en üst sınırı belli bir alandır. Bir tepeye çkma kaygısıdır. Ve tepenin en üst noktası sihirli bir mutlulukla kaplıdır. Bu sınırlarda okunan okullar bitmeli, işe girilmeli, çocuk yapılmalı; tabi önce muhakkak evlenilmeli, eğer kadınsan konuyla ilgili, evlenmeden önce yapılan bütün girişimler sonsuz bir çabayla engellenmelidir. İşte bu noktada topçu ya da popçu olamayan birey, en azından kendini birileri için özel kılmak ister. Bu belki de ölümünden sonra hatırlanma isteğinin bir ürünü, bir nevi ölümsüzlük arzusudur. Çünkü bitmek-tükenmiş olmak ve o tükenişteki yalnızlık muhtemelen hiçbir yalnızlıkla kıyaslanamaz.
Kendini sonsuz yalnızlığından arındırmak, oyalanmak ve çokça unutmak. Yoğun iş temposu, gündelik sorunlar ve emeklilik. Ne gariptir ki insan biraz boş kaldığında yeniden sorgulama dönemi başlar. İkinci büyük buhran.
Yaşamın gelip geçmekte olan bir şey olması ve ölüm bilinci. Bir canlı düşünün ki öleceğini, yok olacağını bile bile, yaşamaya ve sıradan yaşamaya devam ediyor. Kimilerimiz cennete gideceğine, kimilerimiz başka bir yaşam formunda doğacağımıza inanıyoruz ama ya doğmazsak. Ya varolduğunu sandığımız ve orada çok daha mutlu yaşayacağımıza inandığımız bir cennet, bir tanrı yoksa. Yaptıklarımıza, yaşadığımız acılara, yalnızlığımıza tanıklık eden ve bizi sonsuzca anlayan biri yoksa. Bence insanların birçoğu kendine bu soruyu sormuştur. Ve yine insanların birçoğu bu ihtimali hesaba katarak yaşar. Yalnız ölmemek için evlenir, çocuk yapar. Yaşamda bir iz bırakabilmek, kendinden bir parçayı ölümünden sonrasına devredebilmek için.
Ve böylece insan artık birileri için özel, önemli olmuştur. Birileri için güzel, anlamlı olmuştur. Birileri onu anlayabilir. Birileri onu sevebilir.
Tüm bunları yazarken böyle olmadığımı söylemem çok saçma olur. Çünkü bu yazı da anlaşılma ihtiyacının bir ürünü. Kendinden bir iz bırakma, bir çeşit paylaşım. Kaldı ki paylaşmak insanoğlunun en doğal ihtiyaçlarından biri. Tüm yazılanlar bir eleştiriden çok bir açıklamadır. Bu blog ben bunları başaramadığım için vardır. Doğrusunu söylemek gerekirse nereye gideceği, nelerden bahsedebileceği konusunda en ufak bir fikrim yok. Belki de dengesizliğim yüzünden bu ilk ve son yazı olacak. Neyse çok uzun lafın, baya bir kısası merhaba.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder