Evet düşündüm. Uygarlık tarihinde
küçücük bir parça olan bireyi ve onun ne kadar bilgili, ne kadar
birikimli de olsa kendini, benliğini nasıl önemsediğini ciddi
ciddi düşündüm. Her insan gibi olmak ama yine de özel hissetmek.
İlişkilerinde bunu hissetmek istemek. Büyük bir gurur, muhteşem
bir ego.
Aynalarda ve annelerin dilinde,
büyüdükçe büyüyen bireyin yirmili yaşlarındaki hayal
kırıklığı. Evet, bunu anlatarak başlamak istiyorum. Başlamak
istiyorum ve nedeni anlatacak çok şeyim olması değil. Nedenlerle
ilgilenmek istiyorum ama kendimle ilgili olanlarını şimdilik
erteleyeceğim. Herkesin büyük bir rock yıldızı, tarihe adı
kazınacak bir devrimci ya da büyük bir şair olamayacağını
anladığı bir dönem vardır. Bu dönemde küçülen, yalnızlaşan
birey kısa zamanda bu gerçekle yaşamayı öğrenir. İlk ve en
kolay yol sonsuz bir uyuşukluk hali, bir yoksaymadır. Kimi zaman
kalabalık olunan yerler, küçük topluluklar, arkadaş grupları bu
yoksaymanın bir aracı olur. Kimi zamansa, kitle iletişim araçları,
bilgisayar oyunları vs.. Ancak günümüz insanının uyuşma hali
bu noktadan sonra daha genel bir forma evrilir. Ve öğrenilen
mutluluk çoğu zaman iki soruya indirgenir. Nasıl bir iş, nasıl
bir eş?
Büyük bir başarı hırsıyla yetişen
birey ilk başarısızlığını 20li yaşlarında topçu ya da popçu
olamayarak yaşamıştır. Ve artık o sıradan ve başarılı
olacaktır. Evet başarı sınırları konulmuş bir şeydir. Başarı
herhangi bir dalda en üst sınırı belli bir alandır. Bir tepeye
çkma kaygısıdır. Ve tepenin en üst noktası sihirli bir
mutlulukla kaplıdır. Bu sınırlarda okunan okullar bitmeli, işe
girilmeli, çocuk yapılmalı; tabi önce muhakkak evlenilmeli, eğer
kadınsan konuyla ilgili, evlenmeden önce yapılan bütün
girişimler sonsuz bir çabayla engellenmelidir. İşte bu noktada
topçu ya da popçu olamayan birey, en azından kendini birileri için
özel kılmak ister. Bu belki de ölümünden sonra hatırlanma
isteğinin bir ürünü, bir nevi ölümsüzlük arzusudur. Çünkü
bitmek-tükenmiş olmak ve o tükenişteki yalnızlık muhtemelen
hiçbir yalnızlıkla kıyaslanamaz.
Kendini sonsuz yalnızlığından
arındırmak, oyalanmak ve çokça unutmak. Yoğun iş temposu,
gündelik sorunlar ve emeklilik. Ne gariptir ki insan biraz boş
kaldığında yeniden sorgulama dönemi başlar. İkinci büyük
buhran.
Yaşamın gelip geçmekte olan bir şey
olması ve ölüm bilinci. Bir canlı düşünün ki öleceğini, yok
olacağını bile bile, yaşamaya ve sıradan yaşamaya devam ediyor.
Kimilerimiz cennete gideceğine, kimilerimiz başka bir yaşam
formunda doğacağımıza inanıyoruz ama ya doğmazsak. Ya
varolduğunu sandığımız ve orada çok daha mutlu yaşayacağımıza
inandığımız bir cennet, bir tanrı yoksa. Yaptıklarımıza,
yaşadığımız acılara, yalnızlığımıza tanıklık eden ve
bizi sonsuzca anlayan biri yoksa. Bence insanların birçoğu kendine
bu soruyu sormuştur. Ve yine insanların birçoğu bu ihtimali
hesaba katarak yaşar. Yalnız ölmemek için evlenir, çocuk yapar.
Yaşamda bir iz bırakabilmek, kendinden bir parçayı ölümünden
sonrasına devredebilmek için.
Ve böylece insan artık birileri için
özel, önemli olmuştur. Birileri için güzel, anlamlı olmuştur.
Birileri onu anlayabilir. Birileri onu sevebilir.
Tüm bunları yazarken böyle
olmadığımı söylemem çok saçma olur. Çünkü bu yazı da
anlaşılma ihtiyacının bir ürünü. Kendinden bir iz bırakma,
bir çeşit paylaşım. Kaldı ki paylaşmak insanoğlunun en doğal
ihtiyaçlarından biri. Tüm yazılanlar bir eleştiriden çok bir
açıklamadır. Bu blog ben bunları başaramadığım için vardır.
Doğrusunu söylemek gerekirse nereye gideceği, nelerden
bahsedebileceği konusunda en ufak bir fikrim yok. Belki de
dengesizliğim yüzünden bu ilk ve son yazı olacak. Neyse çok uzun
lafın, baya bir kısası merhaba.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder